Din ve Ahlak

DIN [(frz. religion ) latince religio = Allah korkusu]: anlamına gelirken, Türkçe AHLAK olarak tanıdığımız  MORAL [frz. Morale, latince (philosophia) moralis = mos, Mores]: Adet, gelenek, görenek, görgü ve terbiye anlamına geliyor.

İlk akla gelen soru insanın sevmesi gereken bir Allah’ından neden korktuğudur. Ayni durum örneğin bir ailedeki küçük çocuğun babasından (ANNE SOSYAL ve iyi niyetli) korkması söz konusu. Çocuk bir YANLIŞ yapınca baba TERBIYE gereği bir TOKAT patlatır. Bu tokatlama olayı halen pedagojinin olmadığı ailelerde kullanılan bir yöntem. Bu yönteme halk dilinde; „Sopa ile hizaya getirmek” denilir.

PEDAGOG = [lat. Paedagogus, yunanca paidagogós = pais ]= çocuk, genç ve agogós = kılavuz, rehber anlamına geliyor.

Yukarıda da görüldüğü gibi PEDAGOG COCUK BAKICI, rehber, göz kulak olmak, ÖGRETMEN, danışman vs. anlamına geliyor. Çok eskiden zenginlerin çocuklarını okula götüren kölelere de pedagog denilirdi.

PEDAGOJİ ise eğitim ve öğretimi kurallara bağlayan, yani öğretmenlik için gerekli bilgi ve becerileri kazandıran bilim dalına denilir.

Eğer bir çocuk örneğin, baba veya anne bulutlar nereden geliyor, nereye gidiyor? derse, pedagojinin olmadığı yerde bunun cevabi verilmezken, pedagojinin kültürleştiği yerde DETAYLI BİLGİ verilir. Bu örnekte görüldüğü gibi AMAC dinde ki gibi AYNI, fakat ARAÇLAR büyük ölçüde DEGİŞMİŞTİR.

DİN ile MORALI bu çerçevede karşılaştırdığımızda aynı rolü görmek mümkündür.

Karl Marx din insani değil, insan dini buluyor derken, biz de ona karşın birbirlerini sopa ile terbiye edemeyen insanın pedagogların olmadığı bir dönemde kendilerini terbiye etmek için dini bulma ihtiyacı duydular diyemez miyiz?

Babasından korkan çocuk ve Allah’tan korkan insan bir analoji değil mi?

Karl Marx şu tezleri ileri sürüyor:

1) Dini bulan insanlarıdır. Din insanları bulmadı.
2) Bu anlamda din eleştirilmelidir.
3) İnsanlar soyut bir varlık değil, sosyal bir varlıktırlar. Söylenen ve yapılan her şey kendilerini kuskusuz etkiliyor
4) Din insanlara güven, gurur ve benlik duygusu veren bir kurumdur.
5) İnsanların dünyası devlet ve sosyalizasyondur.
6) Bu devlet ve sosyalizasyon dini üretendir.
7) Dini üreten bu devlet, sosyalizasyon ve kurumların özü sahtedir ve bu bağlamda onların verdikleri güven, gurur, benlik duygularda sahtedir.

8) Bundan dolayı bu sahtekârlığa karşı mücadele vermek gerekiyor.
9) Fakat bu mücadelenin özü sahtekâr dini üreten devlete ve kurumlarına karşı olmalıdır, çünkü bunlar yıkıldıktan sonra dinlerde kendiliğinden çözülür.
10) İnsanlar kalpsiz dünyanın acısına dayanabilmek için bir ilaca ihtiyaç duydular. Bu ilaçta o dönem dindi. Diğer anlamda din: “Halk için bir afyondur”
11) Bu uyuşturucu afyon ile insanlar mutlu olmayacaklardır. Egemen sınıf onlara bu afyondan bolca verebilir, ya da onlar kendisi bolca alabilir, buda uyuşturulan halkın sistem üzerinde düşünmemesini engelleyebilir, fakat bu durum aç ve susuz insanları hep mutsuz edecektir.

12) Din bu anlamda bir ideolojidir ve egemen sınıfı desteklemektedir. Bunu yaptığı için, özünde ilericiliğe ve özgürlüğe düşmandır, çünkü din insanlara var olmayan iyi bir dünyadan bahsederken onları bilinçli pasifleştiriyor, daha iyi bir yasam için mücadele etmelerini engelliyor.

DIN, BABA ve MARX’ı karşılaştırdığımızda hepsinin amacının TERBIYE ve haksızlığa veya yanlışlığa karşı durduğunu göreceğiz. Bunları kendi dönemlerine göre değerlendirirsek, haklı olduklarını, başka türlü olamayacaklarını rahatlıkla görebiliriz.

Marx altı bin yıl önce doğan bir dine kurumlaşmış devletin ideolojisidir ve bu ideoloji halka yanlış CENNET vaat ediyor diyor. Kafama su sorular takıldı:

1) Altı bin yıl önce kurumlaşmış devlet var mıydı?

2) Altı bin yıl önce halan « vahşi » olan bin insanın acısı bugünden daha mı çoktu ki insanlar dine ihtiyaç duydular? En büyük acılar 20. yy yaşandığı halde birçok insan Marksist olmaksızın ateisttirler. Bugün örneğin halen bir sürü progressif insan dahi su veya bu şekilde Allah’ı izah etmeye çalışıyorlar. Bu çalışma halen „Nereden geliyoruz, nereye gideceğiz?” sorusuna cevap bulunmayıncaya dek sürmez mi acaba?

3) Dinlerin çıkışı Marx’ın deyişiyle egemen sınıflar tarafından mı yoksa Don Kişotlar olan en az Marx kadar devrimcide diyebileceğimiz PEYGAMBERLER tarafından mı yaratıldı?

4) Hz. Musa, Hz. İbrahim, Hz. Isa, Hz. Muhammed sadece Batı dinlerinin öncüleri olan kitap dinlerine baktığımızda bunların hiçbirinin herhangi bir devlete veya kuruma dayanmadığını ve Marx gibi sadece kişi olarak devrimci ruhlu çıkış yapan insanlar olduğunu söyleyemez miyiz?

Yukarıda da görüldüğü gibi hepsinin ORTAK bir amacı var : O’da MORAL, TERBIYE, HAK ve HUKUKTUR!

Örneğin Yahudi, Hristiyan ve İslami incelediğimizde bunların birbirlerinin devamı olduğunu görüyoruz. Hepsi bir Allah’a inanırken, hepsinin özü aynı. Hepsinin birbirlerinin devamı olan Kitabı var ve hepsinin birbirlerine benzer ibadet yerleri. Cennet : Cehennem, Havva : Adam’ı üçü kabul ederken asıl KAVGA en iyi kimin ABRAHAM, HAGAR ve SARA’nın çocukları olduğuyla başlıyor ve çok iyi niyetle başlanılan din maalesef Marxizm ideolojisi gibi kalıplaştırılıp putlaştırıldıktan sonra tek amaç zor yoluyla diğerlerine şırınga etmek.

Birçoğumuz tesadüfen şu veya bu aileden geldiğimiz için onların din, adet ve törelerini benimsiyoruz. Yoksa her birimiz kendimiz araştırıp kendimiz mi neye inanacağımıza karar verdik? Milliyet, dinler ve kültürler örneğin genellikle anne ve babadan doğumdan miras alıyoruz.

MISYONCULUK değil AYDINLANMA ve AÇIKLANMA olmalı diye düşünüyorum. Ondan sonra herkes istediğini almalı. Dünyadaki bütün dinleri bilen ve araştıran bir insan örneğin diğerlerine düşmanlık yapar mı acaba?

Bir « sade » dogmatik Müslüman veya Hristiyan olan ve onda hep direten gelişebilir mi?

INSANIN en büyük ÖZELLIGI, tabisi gereği öğrenme ve üretimdir, istekleri bu nedenlerden dolayı sonsuzdur diyoruz. Peki, her türlü dogmalar üretimi engellemiyor mu? Diktatörlükler bu tür gelişimleri engelledikleri için kendileri yıkılmıyorlar mı? Yıkılıyorlar çünkü insanların doğasına ters düşüyorlar… Bu nedenle insanlar arası diyalog her yerde, her zaman olmalıdır.
 

MARX ve HEGEL

Marx ruh maddeden doğar diyor. Hegel ruh maddeyi yaratır diyor.

Birisi ben varım, demek ki düşünüyorum derken, diğeri ben düşünüyorum, demek ki varım diyor ve kavga başlıyor.

Marx kırmızı gözlüğü takmış dünyayı kırmızı görüyor, Hegel’de yeşil gözlüğü takmış dünyayı yeşil görüyor. Bunların anlaşmaları zordur.

Fakat Marx ben gördüğüme inanıyorum derken, Hegel; hayır diyor her şey bilinç işidir.

Bilindiği gibi her MADDE kendi içerisinde bir CELİŞKİ, yani ZIT barındırıyor. Örneğin insanın vücuduna bir maddedir dersek, düşünceye de ruhtur diyebiliriz. Yani Marxistler cin ve periler gibi havadan ucan ruha inanmazlar. RUH ancak madde ile var olur diye düşünürler. Vücut ve beyin gibi. Biri ölünce diğeri de yok olur.

İnsan doğuyor, yaşıyor ve ölüyor. Tıpkı hayvanlar ve bitkiler gibi.

İdealistler insan öldükten sonra öbür dünyaya gidiyorlar diyor. Semavi dinlerine göre eğer bu dünyada Allah’a inanıp „iyi” yasadınsa cennete, kötü yasadınsa cehenneme gidersin diyorlar.

Materyalistler, yani Marxistler hayır diyorlar. Sen burada doğdun, büyüdün burada kalacaksın diyorlar. Nasıl ki bir çocuk anne ve babasının çocuğuysa, insanda doğanın bir yaratığıdır. Yani maddenin son bulmasıyla ruhta ölür ve tekrar MADDE oluşur. Oda süreç içerisinde çözülüp tekrar madde olan doğaya katılır. Cennette cehennemde bu dünyadır diyorlar. Öbür dünya yoktur ve cennetin bu dünya olması gerektiğini düşünüyorlar. Onlara göre, Semavi dinler insanlara olmayan yanlış bir dünya vaat ediyorlar ve böylelikle insanları kadere inandırıp kendi hakları için mücadele etmesini engelliyorlar. Ama özünde Marxistler ve Semavi dinine inananlar ayni şeyi istiyorlar. Biri cenneti bu dünyada diğerleri öbür dünyada istiyor.

Budistler ise bunlar arası bir görüş ileri sürüyorlar.

Örneğin elinizde bir bardak suyun yere düştüğünü düşünün. BARDAGIN bir MADDE (insan vücudu gibi) olduğunu biliyoruz, suyun RUH olduğunu kabul edelim.

BARDAK kırılır, yani ölür, fakat SU, yani RUH ÖLMEZ diyorlar. Su buharlaşır ve bir gün başka canlının içinde tekrar yeniden doğar diyorlar. Bu eyleme reenkarnasyon, yani yeniden diriliş deniliyor. İnsanlar hep yeniden dirile dirile ermiş İNSAN olana dek (NİRVANA) dirilecekler.

Bu düşünceye birileri felsefe derken diğerleri din diyorlar. Bu insanlar kimseye hiçbir şey yapmadan adeta sınıfsız toplumu yaşıyorlarmış gibi yasayıp gidiyorlar. Misyonculuk nedir bilmezler. Zor ile düşündüklerini başkasına empoze etmezler.

Buna karşılık Marxistler de hayır diyorlar. Su MADDENİN bir PARCASIDIR, buharlaşır bulut olur ve tekrar yağmur olup doğaya geri döner diyorlar. Yani tekrar madde olur ve ondan ayrı düşünülemez. Ya da zıtsız hiçbir şey var olamaz, her şey zıttını içinde barındırır diyorlar.

(Zıtlar iki türlü tarif edilir: kontrer ve kontradiktorik zıtlar vardır. Örneğin „kör” sıfatı „keskin” sıfatına karşı bir kontrerdir. Fakat bir gazeteye zıt örneğin kontradiktorik gazete olmayan diğer her şeydir. Yani her şeyin bir kontrer zıtı yoktur. Örneğin bir gazete gibi.

Bir insan diktatörlükler altında veya kalıplaşma ideolojilerle değil, en iyi özgür ortamda sorumlu davranmayı öğrenerek gelişir. Çünkü insan doğanın özgür çocuğudur. Nasıl ki suya, havaya, güneşe kelepçe vuramıyoruz, insanın düşüncesine ve inancına da öyle kelepçe vuramayız.

EĞİTİMİN temeli ezberci, elleyici değil, sadece ve sadece bilimsel, aydınlatıcı, açıklayıcı, yani Misyonculuk değil, değiş-tokuş dediğimiz bilgi aktarma ve alma temelinde bilimsel olmalıdır ki, yeni bilgiler ve düşünceler üretilsin.

İnsanlar dünyaya çırılçıplak geldikleri için birer unikat, yani orijinaldir.  İnsan olduğu ve düşündüğü için, düşünceleri vardır. İnsanların farklı düşünmesi çok doğaldır.  Bu bağlamda dünyanın neresinde olursa olsun her insan inancında, yeme-içmede, giyinip kuşanmakta sonsuz özgür olmalıdır.

Alan Lezan, Berlin – 1. Haziran 2004

 

%d blogcu bunu beğendi: