Laisizm ve Klerikalizm!
Laisizm din ve devletin radikal ayrılmasını öngören dünya görüsüdür. Laisizm kilise Latincesinde “lai, laicus” anlamına geliyor, yani zihin, ruh dışı demektir ve 15. ve 16.yy oluşan kilisenin zihinsel, ruhsal tüm görüş ve davranışlarını devletten ayırmaya denilir.
Laisizm devleti nötr, yani tarafsız bir pozisyonda görür. Bu dinin dışlandığı ya da kısıtlandığı anlamına gelmiyor. Herkes inancında özgürdür, fakat devlet herkesin devleti olduğu için din devlet işi değildir. Devlet herkese din, dil, kültür ayırımı gözetmeksizin tarafsız hizmet etmelidir.
Laisizme karşın Klerikalizm dinin devlet içerisinde zihinsel, ruhsal etkisinden yanadır. Örneğin Türkiye’de bu açık beyan edilmiyor, fakat TC, İslam’ın Sünni mezhebinin bir devletidir. Türkiye’de laik ülkelere karşın imam hatip okulları vardır ve bu okulların öğretmenleri, ülkenin Camii hocaları bizzat devlet tarafından maaşları ödeniyor, eğitimleri sağlanıyor. Avrupa’da örneğin Kilise her ne yapıyorsa kendisi yapıyor. Devletin Kilise‘ye verdiği maddi veya manevi hiçbir şeyi yoktur, olamaz.
İyi hatırlıyorum. Dersim’de örneğin halkın büyük kesimi Kürd asıllı Alevidir. Bu bölgeye halkın gelişimi için fabrika ve okul yapacaklarına devlet peş peşe Camii ve imam hatip okulları açıyor ve Alevileri Sünniliğe asimile etmek için büyük çaba harcıyor. Halk yüzde yüz alevi ve solcu olmasına rağmen devletin onlara Sünniliği dayatması gericiliğin en katmerlisidir. Din-İdeolojisi Türkiye’de devlet tarafından sistematik olarak kullanılıyor. Türkiye’de Klerikalizm açık olmasa da gizli olarak devletin içindedir, devlet politikasını bizzat belirliyor ve nötr olmadığı için, bütün vatandaşlarına din, dil, „irk” ayırımı gözetmeksizin davranmadığı için Türkiye’de laiklikten bahsedilmez.
Her insan kendi dininde elbette özgür olmalı, kendi dinini diğerine empoze etmemelidir! Fakat din-ideolojisi bunu yapmıyor. Din-İdeolojisini savunanların amacı dini baskı aracı olarak kullanarak diğer halkları, dinleri sindirip asimile etmektir. Din özgür insanın kişisel tercihidir, onun için politikadan, devletten ayrılmalıdır, ona alet edilmemeli, insanın duyguları sömürülmemelidir.
Buna karşın dönemim Fransa başbakanı Jacques Chirac öyle ileri gitti ki, Fransa okullarında bütün din sembollerini yasaklamak istiyordu. Müslüman kadın başörtüsünü, Yahudi genci Jamulkasını, Hristiyan da hacını takmayacak. Din, dil, soy, kültür ayırımına bakmaksızın kim olursa olsun okul laik devletin nötr bir kurumudur herkese eşit derecede hizmet vermesi gerektiğini söylüyor.
Chirac devamla dünya görüşü nötr Fransız toplumunun temel direklerindendir diyor ve ekliyor:„ Cins eşitliği ve kadınların onuru söz konusudur” diyor. Fransa’da 5 milyon Müslüman yaşıyor.
Kadınların onurunu ve eşitliği anlıyorum ama yine de uzay, iletişim çağında kılık-kıyafetle uğraşmak çok yanlıştır. İnsanların uzaya çıktığı bir dönemde birilerinin kadınlarımızın eteği ve başörtüsüyle uğraşmaları anlaşılmazdır.
Her birey inancında, düşüncesinde, giyim kuşamında de tamamen özgür olmalıdır. Ben şahsen özünde örneğin Müslüman kadınların başörtü takmasına karşı değilim, çünkü bilerek, severek giyinene saygı duyarım. Burada önemli olan baskı veya zoraki olmasın. Kadın abesi, kardeşi, babası ve komsusu söylediği için değil, bizzat kendisi istediği ve karar verdiği için, onu takmaya inandığı için takıyorsa kimsenin bir şey demeye hakkı yoktur. Tekrarlarsak; herkes her yerde (işyeri, okul, devlet daireleri vb.) kılık-kıyafetinde, yeme içmesinde, düşüncede, dininde sonsuz özgür ve bütün her şeyiyle var olmalıdır diye düşünüyorum…
Batı toplumunun muazzam gelişimi Rönesans devrimi ile başlar. (Yeni zaman 15. ve 16.yy) Rönesans Avrupa‘da sona erdiren sanatsal, felsefi ve bilimsel uyanma sürecine de denir, yani “yeniden doğuş, uyanma ve uyanış” gibi anlamlara gelen Rönesans, sosyo-ekonomik açıdan değerlendirildiğinde Avrupa’da feodal toplumun çöküşünü ve burjuva toplumunun kuruluşunu temsil eder.
Orta Çağ’da „Şehir“ denildiğinde de ilk akla üniversite, yani politik düzen; yeni düşünceler, özgür hareket etme, özgür inisiyatif, ve her şeyden önce ticaret özgürlüğü (pazar) gelirdi. Tam da bu zamanda papazların dini geri tepiyor ve hem Laisizm, hem de insan hakları = CITOYENNETE = Vatandaşlık! doğmuş oluyor.
SEHIR-DEVLET-LAIZIZM-INSAN HAKLARI (= CITOYENNETE )’nin Orta Çağ’a denk gelmesi tesadüf değildir. Bilindiği gibi Orta Çağ’da büyük din baskısı vardı. Laisizmi savunanlar RADIKAL Kilise ve devletin ayrılmasını istiyorlardı.
Rönesans gibi bir devrim maalesef İslam’da olmadı ve olacağa da benzemiyor, çünkü Kuran öyle yazılmış ki “eleştirilecek” bir yönü yok. Kuran’da insanın nasıl yaşaması gerektiği yazılı duruyor. Kuran Müslümanlar için Allah’ın kitabıdır, kutsaldır, bu nedenle Kuran’ı eleştirmek bir tabudur! Kuran örneğin Turan Dursun tarafından eleştirildi ama bu eleştiri onun hayatına mal oldu. Oysa Buda şöyle diyor; “Aptal ve cahil oldukları zaman dahi dinle onları çünkü bu dünyada herkesin bir hikâyesi vardır.”
1868 ile 1956 yılları arasında yaşayan İngiliz kadın Evelyn Beatrice Hall, şunu söylüyor; “I disapprove of what you say, but I will defend to the death your right to say it,” yani, “söylediklerinizi onaylamıyorum ama söyleme hakkınızı ölüme kadar savunacağım.”
Bu özdeyiş; “Fikirlerinize katılmıyorum ama fikirlerinizi ifade edebilmeniz için canımı bile veririm” ya da “Düşüncelerine katılmıyorum ama senin düşüncelerini savunma hakkını ölünceye kadar savunacağım,” şeklinde de söyleniyor.
Burada da görüldüğü gibi ifade özgürlüğünün alanı daralırsa inanç özgürlüğü dâhil diğer tüm özgürlüklerin alanı da daralır. Bu bağlamda bir dinin diğer dinler üzerinde baskı uygulamaması, insanın özgür ve korkusuz yaşaması ve muazzam gelişmesi için LAİKLİK olmazsa olmazdır.
Alan Lezan, Berlin – 25. Mayis 2000